verimsiz, ürün vermeyen toprak

bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı

bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel diye de devam eder. belirtmeden geçemeyeceğim ki Can Yücel’den alıntıladığım ab-ı hayatımın damlalarından biri olan dizelerin hiçbir siyasi sloganla uzaktan yakından alakası yoktur. üstüne basmamın sebebi bloğumun hiçbir politik hegemonyanın iradesi altında kalmayacağı değil! e ama dememiş miydim öyle olacak diye? izninizle biraz anlatayım

şarlo ve aikido

“şarlo kimdir, aikido neyin nesidir bizi neden bağlar?” sorularınızı cevaplamaya sizlere şarlo’yu takdim ederek başlamak isterim. şarlo; hayatımda belki de en çok örnek aldığım insandır, aynı zamanda ailemizin bir üyesidir. neden şarlo adını seçtim derseniz şarlo’nun beni şarlo’yla tanıştırmasını anlatmam gerekir.

mevzubahis hikaye ta ortaokul yıllarıma dayanır. şarlo hayatında radikal bir karar verip babasından miras kalma anadolu’nun bozkırında durumu bloğumun isminden beter tarlada çiftçilik yapmaya karar verir. karar, köye taşınmasını da gerektirir ama ortada ev yoktur. ev dikmek icap eder. sanki koskoca kadırgada bir düzineyi tamamlamayacak adam kürek çekiyormuşçasına belirttiğim sayıda adam aylar sonra el emeği göz nuru derme çatma bir ev dikmeyi başarırlar. şarlo da burda ikamet edecektir o günden mevcut güne kadar.

söylediğim gibi bu evde ortaokul vakitlerimde gerçekleştirdiğim ziyaretlerin birinde oldukça ağır ve mimiksiz konuşan, genel durumundan son derece istikrarlı şekilde memnuniyetsizlik duyan şarlo “şarlo” kelimesini sarf eder. yerden bitme benim ne “şarlo”yu duymuşluğum (zaten istesem de duyamam) ne görmüşlüğüm vardır. o güne kadar bir çocuk yetişkinin gözüne ne kadar girmeyi başarabilirse şarlo’nun gözünde sınıra sığmayıp taşırmış saygınlığa sahip olduğumu düşünen küçük ben “şarlo ne” deme gafletinde bulunmuştum. şarlo için ekmeğin buğdaydan yapılması kadar sıradan bir bilgi olan şarlo’yu benim bilmemem onu hem küçük çaplı bir şoka sokmuş hem de bana “galiba karşımdaki daha çocuk” bakışları atmasına sebep olmuştur. o gün bunları böyle algılamamıştım tabii. ayrıca travmatik bir etki de bırakmadı. aksine oldukça harekete geçirici bir olaydı benim açımdan. o gün orda gayet normal bir şekilde ezilmem -artık ne kadar ezilmek denirse- beni bilgi konusunda ödün vermemeye itmişti. bu olayı da hep böyle yorumlamamıştım hatta hiç böyle yorumlamamıştım, tek yaptığım bu açlık ve tatlı hırsın temeli nereye dayanıyor sorusunu sormaktı. diyaloğun geçtiği gün “şarlo”yu öğrenmiştim; farkındaysanız “şarlo”nun ne olduğunu bilmek dünyanın en gizli bilgisini bilmek gibi bir şey değil, ekmeğin buğdaydan yapıldığını bilmekten hiçbir farkı yok ama bu kadar küçük bir bilginin ateşlediği fitil dinamite doğru yolculuğunu bugün hala sürdürüyor. macerada şarlo’nun bana olan katkı payı yarım paydan çok daha fazla. gözünde muhtemelen iyi bir yerlerldeyimdir. adamcağızın etinden sütünden faydalandım bilgi konusunda. üstelik oldukça uzun süren bir yolculukta -korkmayın, çocukken- hemen hemen geçen sürenin yarısında kalemi nasıl tuttuğu, hangi parmaktan destek aldığı, el yazısı hakkında bunaltıcı detaylar ve imzanın keşfedilmesi gibi konularla onu rahatsız etmiştim. ilişkimiz geçmişteki günlerden bu yana olumlu evrildi diyebiliriz. o kadar iyi evrildi ki şarlo bana “bizim bi’ işimize yaramadı, senin bahtına yarasın” diyerek servet değerindeki şanslı parasını takdim etmiştir.

ona şarlo dememin sebebi bahsettiğim konuşma değil, konuşmalaranın kayda değer çoğunluğunda “şarlo” karakterinden yaptığı sentezleri isabetli ve başarılı bir şekilde laflarına empoze etmesi.

uzun lafın kısası şarlo’yla olan diyaloglarım az olduğu kadar özdü de. işte tam olarak diyalogların birinde benimle anlatacağım sentezini paylaştı.

hayatının bir noktasında aikido’ya ilgi duymaya başlamış. emektar bir marksist olduğundandır ki pratik kısmından çok teori kısmıyla içli dışlı olmuş. okumalar yapmış, eğitmenlerle konuşmuş. diyor ki “aikido’da ‘do’ vardır. kelimenin sonunda kendine yer bulmuştur. do, aikido icra edilen yerdir.” der ve ekler “işte politika da böyledir: aldığın her nefes politiktir, gittiğin her yerde peşinden gelir.” bu lafları kendimi güya “apolitik” olarak nitelediğimi dillendiridiğimde paylaşmıştı benimle. tekrardan bir yol aramaya itecek kadar yeterli olmuştu benim için.

Vonnegut’a selam

ilk yazımın üstüne pek sevgili dostum bokonon’un (evet bu da bir takma ad, sadece başka bir yazının konusu) da “bağımsız” çizgi takıntım üzerine son derece yapıcı eleştiride bulunmuştu. politik kısmımı bastırarak kendi tabiriyle “öznel ses”imi bastıracağımı söyleyen boknon haklıydı. edebiyat teorisi bilmememden dolayı edebiyat hakkında yazmayı tercih etmememi doğru bulmuyordu, maksat nasıl olsa benim nasıl yorumladığım ve hayatımda nasıl bir yeri olduğuydu. bloğun güzelliği tamamen yazan kişin kuralları dahilinde şekillenen özgür bir alan sağlamasıydı eninde sonunda. kimse makale yazmıyordu nihayetinde. bunları da eklemişti eleştirisine. beni genel anlamda yazmaya iten etkenlerden biri yadsınamaz bir şekilde onun yazılarıdır. ayrıca söylemeden duramayacağım; kendi yazış tarzımı (kesinlikle alçak gönüllülük bağlamında değil) yavan, toy ve niteliksiz bulsam da bu konudaki olumlu görüşü beni etrafa nikbin bakışlar atmaya karşı koyamaz hale getirmiştir. kendisi belirtene kadar kendim de farkına varmadığım referanslarıma da dikkat çekmişti. düşünebileceğinizin aksine onların hiçbirine ayriyeten özen göstermemiştim. sadece yazının akışında orda bulunmaları gerekiyordu. o yazının kuyruğunu çekecek yazılarımda da aynı amaca hizmet edecekler. onları, yazının odak noktası veya temeli yapmaya niyetim yok.

yani değerli okuyanlar politik departmanımı -yine bokonon’un tanımıyla- görünmez sınırlarla defetmemin yazılarımı daha az “ben” kılacağını düşünüyorum. dolayısıyla bu konudaki fikrimden vazgeçiyorum.

uzun menzilli ara

“sen o kadar plan program yaptın, bunca zaman da bi bok yazmadın”

evet, maalesef haklısınız. manifestomun üzerinden neredeyse bir ay geçti ve dediğiniz gibi beni bir bok yazmadım. bunun birkaç sebebi var.

birincisi, tasarı kısmının tam olarak tamamlayamamam. yazmak için onca vakit beklediğim ilk yazımda paragraflarca anlattığım ilkeyi yıkmamdan anlayabilirsiniz. teori kısmı ham, pratik kısmı toy. yapılabilecek tek şey zamanla beraber yola devam etmek ve yolda yazı meleklerine rastlamayı ummak.

şaka yapıyorum. yazı yazmaktan korkuyorum, her yazım bir öncekinden kötü olacakmış gibi geliyor ve bu beni fena halde dehşete düşürüyor. o yüzden yazmak için kendimi mütemadiyen rahatsız etmem lazım.

diğer bir neden ise içinde bulunduğum ruh halim. duygularımı anlatmaya kalksam kağıda Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u olmayayazan cümleler dökmem gerekir. ne yazık ki sadık hidayet asla olamayacağım.

aynaya baktığımda kaldırım taşlarından soğuk, ne olduğunu bilmediğim boş tenekeden bitme bir sıfat karşılıyor beni. son zamanlarda kendimi tanımakta, tanımlamakta zorluk çekiyorum. hal böyle olunca kendimi anlatacak şeyler de yazamaz oluyorum. belki yazmak daha iyi tanıtır beni bana, onu da sadece yazarak öğrenebilirim.

lobi

üzülerek söylemekteyim ki yıktığım tek ilke “bağımsızlık” mevzusu değil. tek değerlendirme ölçütünün insanların düşünceleri olduğu, blog gibi durumlarda ürünün kısıtlı kitlelere açmanın pek yararlı olmadığını fark ettim. buna katılmayabilirsiniz ama tam anlamıyla bir eleştiri açlığı çekiyorum. hiç de bitmeyecek bir açlık kuvvetle muhtemel. yanlışlarımı insanların yüzüme olabildiğince sert şekilde çarpmasına ihtiyacım var. dolayısıla burayı paylaşmak konusunda artık o kadar çekimser davranmayacağım. asla popülist bir yol izlemeyeceğime de ant içerim. daha değinmek istediğim çok şey var ama onların üstüne sindire sindire düşüp sizlerle paylaşmak en yararlısı olacaktır. merak etmeyin onları da tamamen konsept dışı (konsept kesinlikle yok) günlükvari peşi sıra ardalanmış yazılarla yapmayacağım. daha doğrusu ilk yazımda sözü geçen disiplinlerin yazıları arasına serpiştirilmiş şekilde sunacağım. inanın bunları yazmak bile aşırı iyi geldi bana. diyecek çok şey var ama hepsinin zamanı var. onlar gelene kadar bugünkü fırtınaların sütlimanlara varmasına çabalayacağız, şüphem yok ki sanat yazılarım bana yardımcı olacaktır. bazen de -lafın onlara ait olmamasına rağmen- lalalar’ın dediği gibi ceketi alıp yolumuza bakmak makul olur.

hoşça kalın.

20/05/2023