verimsiz, ürün vermeyen toprak

we must cultivate our garden yani bahçemizi yetiştirmeliyiz

merhabalar, bu blogumun ilk yazısı -bloğumun mu yazmam gerekiyor, bilmiyorum. bu işe başlıktakı sözün beni dürtmesiyle başladım. söz nerden derseniz voltaire’in “the optimist” kitabından. türkçesi de “candide ya da iyimserlik” olarak çevrilmiş. sözü nerden buldum derseniz de size pek yakın bir dostumdan derim. ufak kimlik bunalımları ve varoluşsal sancılar yaşadığım bir dönemde yaptığımız konuşmada söylemişti bana bu alıntıyı. beni o kadar derinden etkiledi ki sanki tüm yaralara merhem bulmuştum. sözün blog gibi suni bir varlıkla alakasını sorgulayabilirsiniz. blogla alıntının ilişkisini anlatırken blogumdan bahsedeyim.

blog kurma fikri “kendi bahçem”i oluşturmamdaki yolculuğumu belgelemek için ortaya çıkmış bir fikir. kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı günlüğümde eski sayfalar arasında gezinirken aldığım haz kendi açımdan dillere destansa kültürel birikim sürecimin internet üzerindeki dökümasyonunda volta atarken alacağım hazzı siz hesaplayın.

peki, bu fikir sadece haz almak için mi ortaya çıktı? hayır. şuna değinmeden geçmemeliyim: hayatta ne olursa olsun devinim içinde bulunmamız gerektiğini düşünürüm -bir ara devinim kelimesinin benim için öneminden bahseden bir yazı da yazacağım, kendime not. olur da kimse hayatında devinimden yoksun bir konuma gelir işte o an ölü bi adamdan farksız hale gelir benim gözümde. bu blog hem devinimimin bir kanıtı hem de gözlemcisi olacak. devinimim sürerken kendi bahçem üzerinde çalışacağım. bana ait olmayan fikirlerden uzak, tamamen içimden sökeceğim fikirlerden olugunlaşacak bir bahçe. bütünüyle bağımsız.

bağımsızlığı tekrar tekrar vurgulamak istiyorum. çünkü bu söz ve proje üstüne düşünmeye başladığımdan beri en özen gösterdiğim başlıklardan biri kendisi. bağımsızlık “birey” olma yolundaki belki de en önemli kaldırım taşlarından biri. birey; bir ideolojiden, bir akımdan çok daha fazlasıdır. kimse; kendini bahsettiklerimden birine dahil bir kişi gibi gördüğü an, benliğinden ya da bireyliğinden kopmuştur gıyabımda.

tasarı sürecinde bolca Harold Bloom okudum. kendisi sanatla, özellikle kendi alanı olan edebiyatla, eser tüketilirken veya eserin tahlili yapılırken “school of resentment”ın etkisinde kalınmasına karşı çıkıyor. bahsettiğim kavramı kısaca açıklamak gerekirse: eserlerin “çok kültürlü, feminist, marksist” gibi düşünce akımları altında kalınarak ele alınması. eleştirisinin bu bakış açılarından bağımsız olmasıyla birlikte cephe aldığı mevzu eselerin onlarla ele alındığı takdirde çıkarılan sonuçların ürünün kendisiyle bir ilgisinin kalmayacağını tamamen kalıplar içindeki düşüncenin sınırları içerisinde yorumlardan oluşacağıdır. ben de blogumun tamemen bunlardan soyutlanmış biçimde idame ettireceğim. bağımsızlıktan kastım biraz buydu aslında. bahsettiğim ilkeyi ihlal ettiğimde zaten özgünlükten uzaklaşmış oluyorum.

kara deryalardaki fenerim saydığım fikri açıklamışken içeriğe biraz değinmek isterim. tabi ki içeriğin olgunluğundan şüphem var ama bu şüpheyi bertaraf etmenin tek yolu ortada: şüphe bırakmayacak kadar olgunlaşmak. tam olarak bu da blogumun ikinci varlık sebebi.

içerik demiştik. hatırlarsanız “kültürel devinim”den bahsetmiştim. içerik kısmını baskın bir şekilde çeşitli sanat dallarından tükettiğim eserlerin tahlilinden oluşacak. biraz daha özele inerek başlıklar halinde hepsine değinelim.

sinema

büyük ihtimalle en hayran olduğum sanat, sinemadır. sanat olup olmaması tartışılsa bile benim gözümde şüphesiz bir sanattır. belki sanat kolajı denebilir. oyun geliştiricisi Hideo Kojima oyunlar için “sanat olmasa bile birçok sanatı içeren sanatlar topluluğudur” tarzı bir söz sarf etmişti. aynı sözü sinemaya yoruyorum. sanat olarak görmeyenler en azından bu sözü reddedemez. hayranlığımın yanı sıra ilk etapta yer vereceğim sanatlar arasında bilinçli bir şekilde en çok vaktimi ayırdığım da sinemadır.

bu başlık için haftada bir filme zar zor vakit ayırabileceğimden dolayı seyrek yazı çıkartabileceğimi düşünüyorum. ama inanın en hevesli şekilde yazacaklarım onlar olacaktır.

müzik

bu, en çok tükettiğim sanat. sanatçıya en geniş olanakları sağlayan da budur muhtemelen. günlük hayattan soyutlanmada ilk başvurduğum genelde müzik oluyor. bir eserin tüketilme süresi ortalama bir saat olduğundan mütevellit oldukça fazla müzik yazısı ortaya çıkabilir diye düşünüyorum. sakın bu özensizliği yanında getirecek olarak anlaşılmasın. burdaki her yazıya şu ana kadar göstermediğim bir özen göstereceğim. ilk yazımın (yani bu) oluşma sürecine tanıklık edebilseydiniz bana en içten samimiyetinizle inanırdınız. niceliğin fazla olacağının tek nedeni tüketim kolaylığı. bolca müzik yazısı yolda anlayacağınız.

yol haritalarıma değinmedim. onlardan burda bahsedeyim. film için belki de sinemanın en kapsamlı listesi olan “They Shoot Pictures Don’t They – The 1,000 Greatest Films”i takip etmeyi planlıyorum. filmlerin hatrı sayılır bir kısmını izlemiş olsam da tekrar izleyip hepsini tazeledikten sonra sizlere yazılarımla sunacağım. belirtmeliyim ki listeyi kutsal kitapmışçasına takip etmeyeceğim. bunaldıkça veya kaçamak yapma ihtiyacı hissettikçe hollywood filmlerine de yer vereceğim. adını verdiğim listeye bakarsanız isminin hakkını verdiğini rahatlıkla görebilirsiniz. sinemanın icadından günümüze kadar tarihin tanıklık ettiği en büyük yönetmenlere ve filmlere yer veriyor. müzik içinse yine çoğunu dinlediğim Robert Dimery’ın yazdığı “1001 Albums You Must Hear Before You Die” kitabını kullanacağım. tamamen yabancı olmadığım bir liste olsa da sinemada yaptığım gibi dinlediklerimi tekrardan dinleyip yazıya dökeceğim. bunu yapmamın sebebi hobilerimin pasif tüketim düzeyinde kalmayıp tahlil boyutuna geçerek daha verimli ve bilinçli bir hale gelmesi.

denemeler

biliyorum, bu bir sanat dalı değil ama kültür de sadece sanat değil. günlüğümde farkında olarak ya da olmayarak temelini attığım fikirlerimi dallandırıp budaklandırıp yayımlamak istiyorum. çok doğru, önemli olduklarını veya fikirlerime çok güvendiğimden değil. daha önceden dediğim gibi, ilerleme kaydedebilmek için. diğerlerinin aksine bunları düzenli sıklıkta yazıya dökebileceğimi sanmıyorum.

süreci blog aracılığıyla dökümante etmemin sebeplerinden belki de en büyüğü Mark Fisher’ın “k-punk” blogu. web günlüğü için benimsediğim örnek; içeriklerimiz kısmen alakasız olsa da ortak paydamız yazılarımızın, aynı zamanda kendi fikirlerimizin, bireysel çaplı yayımını yapmak. onun gibi blog üzerinden üne kavuşmaya niyetim yok -ki ününün tek kaynağı blog değil. olağanüstü bir durum olmadıkça da anonimliğimi yitirmeyi düşünmüyorum.

edebiyat

yazılarıma start verildiği zaman diliminde bu başlık altında yazılar üretmeyeceğim, veya üretemeyeceğim. ne önceki sanat dalları kadar zaman ayırdım ne de edebiyat konusunda onlar kadar birikimim var. bu hiç yok anlamına gelmiyor, sadece düşüncelerimi öncekiler kadar rahat ve açık bir şekilde süzgeçten geçiremeyeceğimi düşünüyorum ama bu edebiyattan yoksun kalacağım anlamına gelmiyor. tıpkı resim ve heykel gibi. bahsettiklerimde yazı çıkaracak kadar piştiğim bir nokta elbet olacak, o noktada da onlara dair yazı yazmaya başlayacağım. emin olun edebiyat devinimim son sürat sürüyor olacak.

edebiyat en çok zaman ayırmanız gereken olsa bile ayrılan vaktin karşılığını en iyi veren olduğu kesin. çünkü edebiyat sadece size edebi birikim katmıyor. belki de ulaşmanız için onlarca sene uğraşmanızı gerektirecek bilgileri vermesi bir yana sizi okuduğunuz dilde geliştirerek bilimsel olarak da kanıtlanmış biçimde stresi azaltırken okuyucuya estetik zevk veriyor. gözümde en yüce sanat edebiyat.

ön söze son söz

galiba bahsetmek istediğim her şeyden bahsettim, değinmek istediğim her şeye değindim. yazılarımı kalemle yazıp sonradan dijital yazıya geçireceğim (şu an onu yapıyorum). yazmak oldukça önemli bir eylem. bunun da yüzyıllardır kullanılan metodla yapmayı tercih ediyorum. yöntemin tamamen tercih meselesi olmasıyla birlikte fiziksel yararları say say bitmez. yararları yüzünden seçmedim tabi ki. belki bu konu üstüne de bir şeyler yazarım.

fikir tasarımdan bıktıracak kadar bahsetmişimdir. umarım tanıklık ederken daha okunabilir bir hal alır. o hale kadar bana eşlik ederseniz de size minnettar olurum. blogumun bir elin parmaklarını geçmeyecek ve bu noktaya gelmemde öyle ya da böyle büyük katkıda bulunmuş insanlara ulaştıracağım.

veda sözü olarak ise “hoşça kal”ı kullanacağım. insan veda sözünde daha ne kadar saf ve içten şekilde karşısındakinin iyiliğini dileyebilir ki?

hoşça kalın.

21/04/2023